Sosyal Medya

Makale

AVRUPA`YI KAHREDEN ZAFER: 30 AÄžUSTOS (1)

Ülkemizi işgalden kurtaracak olan "Büyük Taarruz" başlangıcının 86'ncı yıl dönümünü kutluyoruz.
Kara günlere bir daha düşmemek, vatanımıza, milletimize, bayrağımıza, atalarımıza, dilimize, dinimize, kültürümüze sahip çıkabilmemiz için, etrafımızda olup bitenlere biraz daha duyarlı olarak bakmamız gerektiğini hatırlatmak istiyorum.
Bir daha İstiklâl Marşı yazmak zorunda kalmamamız dileğiyle, o günleri en iyi şekilde anlatan bir yazı dizisiyle bu hafta sizlerle birlikte olmak istiyorum.
Bu büyük milletin tarihinin ne denli büyük olduğunu yaşamak zorunluluğumuz yok mu?
TÜRK SALDIRI HAREKETİ ÖNCESİ SANCILI GÜNLER
`Yeryüzünün hiçbir milleti, millî varlığını bu kadar azim ve inatla savunmamış ve hiçbir tarih kapanmamak için bu kadar büyük bir savaş vermemiştir.`
Süleyman Nazif
Tekbirle hücûm sesleri gökkubbeyi buldu
Hür Ankara`nın savleti Afyon`da duyuldu.
Ulu Serdarla ardındaki Müslüman ordu
Allah diye avaz ederek cenge koyuldu.
Türk ordusu saldır, hedefin Akdeniz olsun!
Yunan denilen sıska hariminde boğulsun
Tarihi kül olsun, o lâin bayrağı sönsün
Şanlar dolu tarihime bin menkıbe dolsun.
Büyük saldırı hareketi devam ederken Eskişehir`de halk arasında söylenen bir türkü buydu.
Mareşal Fevzi Çakmak anlatıyor:
Rahmetli Mareşal Fevzi Çakmak, Atatürk?ün derin itimat ve muhabbetini kazanmış büyük bir askerdi. Millî Mücadele boyunca Erkanı Harbiyei Umumiye Reisliğine ilâveten Heyeti Vekile Reisliği (Başvekillik) de yaptı. Yani ordunun başında bulunduğu kadar memleketinin idarî mesuliyetini alan heyete de başkanlık etti. Meclis Reisi Başkumandan Mustafa Kemal`in iyi, vefalı ve bilgili bir yardımcısı oldu.
Gazi Büyük Zaferin kazanışında onun rolünü şöyle anlatır:
?...... Taarruz, Öteden beri Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Paşa Hazretlerinin pek derin ilme ve vukufa ve pek derin feyz ve tecrübeye müsteniden ihzar ettiği plân dahilinde vuku bulacaktı. Bu plân dahilinde hazırlık emri verildi......ilh?
Bir yabancı müsahit, Türk Kurtuluş Savaşının ve Türk ordusunun büyük kahramanı Mareşal Fevzi Çakmak`ı `Büyük Mehmetçik` diye nitelendirmişti. Bu değerlendirme Türk askerinin kahramanlığı ile Mareşal`in şanlı şahsiyetini birleştiren güzel bir buluştu.
Günümüzden 59 yıl önce, 1947 Eylülünün yedinci gününde Ödemiş Dağlarının 1400 rakımlı tepesinde, yeşil bir leylek yuvası gibi sığınmış `Gölcük` köyünde büyük Türk zaferinin yıl dönümünde Mareşal Fevzi Çakmak ile yapılmış bir sohbetten kısa bir alıntı yapalım:
`...Yanımda, vaktiyle düşmana, burada; ilk silâhı atanlardan Âlim Efe, karşımda ise bize, çocukluğumuzun acılı günlerinde erişilmez bir rüya sandığımız zafer saadetini kazandırmış olan sayılı adamlardan birisi: Mareşal Çakmak var.
Onun, ne dış düşmanların ne de yılların asil olgun ve içten güzelliğini yaratamadıkları ak yeleli çehresine bakarak gülümsüyorum:
- Sizi düşünüyorum Mareşalim. Sizi ve nankörler tarafından unutulan zaferinizin, vaktiyle bizi nelerden kurtardığını!...
Mareşal, yaşaran gözlerime, babacan bir gülümseyişle bakıyor:
"- İzmirli... Hislerine kapılma! O zafer benim, şunun, bunun değil, bizimdir. Biz onu nasıl olsa kazanacaktık. Zira bu milletin, uzun müddet uşaklarının kölesi olarak yaşamayacağı muhakkaktı. Bizler, istiklâlimize yapılan taarruzun defini, olsa olsa biraz hızlandırabilmiş, kolaylaştırabilmiş sayılabiliriz.
Sonra ciddileşerek ilâve ediyor:
"- Fakat ne dersiniz? O sırada siz İzmir`de bizi beklerken, biz Anadolu`da, sade düşmanlarımızla değil, aynı zamanda, en yakın kavga arkadaşlarımızın - hemen hemen düşman silâhları kadar tehlikeli olan - dalâletleriyle de mücadele ediyorduk. Sorduğunuz suale cevap vermek, yani İzmir`e nasıl girdiğimizi anlatmak için, Dokuz Eylül?e takaddüm eden (-yaklasan) günlerin olaylarını da hatırlatmam zarurîdir. Zira `İzmir`in, istiklâl kavgamızda, her bakımdan, başka vilâyetlerimizinkine hiç benzemeyen bir özelliği vardır. Faraza, şahsen, bana sorarsanız, ben bu özelliği ifade edebilmek için derim ki:
Bizim İstiklâl Harbimiz, fi`len İzmir`de başlamış ve fi`len İzmir`de sona ermiştir.
Şimdi sırası geldiği için açıklamaya mecburum ki, biz, hedefi İzmir olacak bir kafî ve büyük taarruzu tasarlarken, karışımıza düşman ordusundan evvel, Millet Meclisinin pasif diplomatları dikildi.
Onlar, düşmanla anlaşmamıza taraftarlık ediyorlar ve yapmak istediğimiz taarruz teşebbüsünü (- saldırı girişimini), bir cinnet (- delilik) sayıyorlardı.
O sırada, Fransızlar bize, İngilizler ise Yunanlılara taraftardılar. Bu sayede biz Fransızlardan, bir miktar silâh almış bulunuyorduk. Ben, bütün cepheyi gezmiş, kumandanlarla, subaylarla, neferlerle konuşmuş ve ordumuzun durumunu, her bakımdan, yapmak istediğimiz saldırı hareketine alabildiğine elverişli bulmuştum.
Zaten, böyle olmasaydı bile, hakkımızı düşmana, kuvvetimizi göstermeden tanıtmamız imkânı yoktu.Yunanlılar, İngilizler tarafından adamakıllı şımartılmışlardı. İstanbul`un sözde hükümeti, Mısır Hidivliğinin sefil salâhiyetlerini kabule bile hazırlanmış bir uşak namzedi idi.
Bu durumda, İstanbul Hükümeti tarafından idama mahkûm edilmiş bulunan bizler, mücadele meydanında ciddî bir kuvvet, ciddî bir varlık olduğumuzu göstermeden, İngilizlere sözümüzü nasıl dinletebilirdik?
Böyle düşünmekte Mustafa Kemal`le tamamen mutabık olduğumuz için, ben, ordudaki vazifemden ayrılarak, Erkânı Harbiye Dairesinin odasına kapanmış, yapılacak taarruzun plânlarını hazırlamaya koyulmuştum.
O sırada, bir gün, Ankara`da hükümet konağının üst katında, fevkalâde bir toplantı yapıldı.
Toplanan Vekiller Heyetine, Rauf Bey riyaset ediyordu. Ve müzakerelerin başlayışından pek az sonra, taarruz aleyhtarlarının itirazları alabildiğine şiddetlendi.
`Kimisi, taarruzun bir cinnet olduğunu söylüyor, kimisi, `ne diye boşu boşuna (!) kan dökelim?` diyor, kimisi ise:
- Efendim, yüzde yirmi beş zafer ihtimali olsa, bu taarruza ben de taraftar olurdum, fakat, maalesef, yok!..." diyordu.
Nihayet içlerinden birisi, kalkıp da:
- Efendim, bizim şu kadar katırımız ve şu kadar devemiz olsaydı, bu yapılabilirdi... kabilinden bir hezeyan savurunca, dayanamayarak yumruğumu masaya vurdum, ve:
-Efendim, dedim, bu taarruzda zafer ihtimali, yüzde yirmi beş değil, yüzde yetmiş beştir. Filvaki, bizim, muarızlarımızın istedikleri miktarda katırımız veya devemiz yok amma, ben Mehmetçiğin mücadele gücünü, dünyanın başka hiçbir askeri ile kıyaslayamam. O Mehmetçik, kavgayı sevdiği zaman, deveden çok fazla yol yürüyerek ve deveden çok fazla aç kalarak dövüşür. Hem unutmayın ki, Sakarya kavgamıza, mermilerimizin çoğunu, Mehmetçiğin kadınları taşımıştır.
Muarızlarımıza (- karşı olanlara) göre, düşmanın tel örgüleri varmış. Bunu söyleyenlere hatırlatırım ki, Mehmetçik sahiden hırsa gelince yumruklarıyla telleri değil, demirleri paralamıştır!..."
Benim bu sözlerim üzerine rahmetli Kara Vasıf:
- İyi amma efendim, Ankara`yla İzmir arasındaki 800 kilometrelik mesafeyi alırken, askeri neyle besleyeceğiz? demezler mi?
Tahmin buyuracağınız gibi, ona mesafeyi ölçerken, pergeli herhalde yanlış tutmuş olduğunu söyledim: Zira belliydi ki muterizlerimiz (- itiraz edenlerimiz), bizim taarruza, Ankara`dan değil, Afyon`dan başlayacağımızı bile hesaplayamayacak kadar gaflet içindeydiler.
`Mamafih insafla itiraf edeyim ki, kendisine:
- Vasıf Bey... Şimdi harman mevsimidir. Şimdi köylünün elinde her şey vardır. Onlar, kendi ordularını, fırınlar dolusu ekmekler çıkararak, sürülerle kurbanlar keserek ve çuvallar dolusu üzümler sağlayarak karşılayacaklar. Bu kavga, başka orduların, başka sartlar içinde yaptıkları kavgalardan hiçbirine benzemez. Bunun içindir ki, bu kavgada bizim iaşe menzilimiz, tarihin klâsik harplerinde görülen ordularınki gibi gerimizde değil, ilerimizdedir."
Dediğim zaman, Kara Vasıf`ın gözleri yaşarmıştı. -Ve çok şükür, şimdi adını anmak istemediğim o musır muarımızın (inatçı adamın) hâlâ:
- Bize deve lâzım... Bize katır lâzım!...
Deyip durmasına rağmen, taarruz kararımız Hey`eti Vekile ekseriyetinin tasdikine kavuştu!"
`MareÅŸal`:
- Ötesini biliyorsunuz, diyor, çok şükür zafer, tarihlerde okuduğunuz şekilde kazanıldı. Fakat tuhaf değil mi? Afyon`un sükut, ettiğine (-düştüğüne), dürbünleriyle bakmadan inanmayanlar ve bu arada, özellikle; bize:
- Efendim, bu ise deve lâzım... Bu iş devesiz olmaz!... diyen zevat:
- Aşkolsun... İyi oldu. Fakat siz yoruldunuz, artık işin ötesini bize bırakın. Tek siz biraz dinlenin de, alimallah, biz gidip İzmir`e gireriz!... demezler mi?
`Fakat müsaadenizle, biz henüz lâyıkıyla sağlanmış saymadığımız bu şerefi, onlara emanet edemezdik. Bunun içindir ki, orduyu, Mustafa Kemal?le beraber Afyon`dan İzmir`e kadar adım adım takip ettik.
`Şimdi o yolda, bazan bugday, bazan da üzüm çuvalları üzerinde, ikişer saat kestirerek geçirdiğimiz geceleri hatırlıyorum.
Hattâ bu saatlerden birisinde, üzerine uzandığı çuvalın deliğinden aldığı bir avuç üzümü ağzına atmadan evvel, koca Mustafa Kemal`in gülerek:
- Paşam, şu hayatın cilvesine bak! Arslanlık edelim derken, farelere döndük: çuval deliğinden üzüm çalıyoruz!.." dediğini, o yolculuğumuzun en şirin nüktelerinden biri olarak hatırlatırım. Fakat, inanın bana, ömrümde hiçbir başka yatağın rahatı, beni, o üzüm çuvalları üzerinde çekilen muzaffer uyku kadar mesut etmemiştir!..."
Bu son cümleleri söylerken, gözleri dolan Mareşal, sözlerini söyle tamamladı:
- Yalnız, bir büyük hatamız oldu. Büyük Taarruzdan sonra, Mareşal Penlöve`den, Franclen Buyyon`dan ve arkadaşlarından müteşekkil (-oluşan) bir Fransız heyeti, bizimle, Anadolu`nun herhangi bir yerinde temasta bulunmak istemişti.
-Biz onlara, 9 Eylülde Nif`te bulunacağımızı bildirmiştik. Nif`e vardığımız zaman, onlardan, Türk ordusunun harekâtını, aramızda geçecek müzakerelerden sonraya bırakmamızı isteyen bir başka tel aldık. Elbette ki, hiç olmazsa zararsız ve diplomatik bir nezaket göstererek, onların bu ricalarını is`af etmek (-gerçekleştirmek) istedik.
Fakat hemen o anda İzmir`den gelen bir haber, Türk süvarilerinin, Akdeniz kıyısına varmış bulunduklarını ve Kordonboyu?nda haklı bir zafer neşvesi içinde at oynattıklarını bildiriyordu. Bu itibarla, belliydi ki, Fransız dostlarımızın teli, elimize geç gelmişti!` ve tevazula (-alçakgönüllülükle) gülümseyerek ilâve etti:
- Bu yüzden, İzmir`e varınca elimizde olmayan sebepler yüzünden, randevumuzdan evvel geldiğimiz için, Fransız dostlarımızdan af istedik!
Yarın: `Mustafa Kemal Paşa`nın Başyaveri Salih Bey anlatıyor`
TÜRK'ÜN ZAFER GÜNEŞİ DOĞARKEN

B AŞKUMANDAN GAZİ MAREŞAL MUSTAFA KEMAL'İN BAŞYAVERİ SALİH BOZOK, BÜYÜK ZAFER ÖNCESİNİ ANLATIYOR:
Ankara'dan ayrılıştan İzmir'e girişe kadar...
İstiklâl Savaşı sırasında Başkumandanın başyaveri idi. Merhum bilindiği gibi Atatürk'ün çocukluk arkadaşı idi. Salih Bozok, Atatürk'e o kadar bağlı idi ki; ölümü üzerine elindeki silâhı kalbine doğrultmakta tereddüt etmedi. Gerçi bir milimetrelik fark kendisini ölümden kurtardı, fakat aylarca yatakta kaldı; kalktıktan sonra da uzun zaman yaşayamadı.
Salih Bozok, Başkumandanlık Meydan Savaşı?nda da Atatürk'ün yanı başında idi. Burada okuyacağınız anıları 1925 yılında ve Atatürk'ün sağlığında anlatmıştır.
Saldırı kararı nasıl verildi?
'... Saldırı kararı, en uygun zamanı bekleyerek, Sakarya zaferini takip eden günlerde verilmişti. Saldırının başlamasından birkaç hafta evvel cepheye gidildi.
Gazi Mustafa Kemal Paşa hazretleri durumu yerinde tetkik ve yakında bir saldırıya geçilecekmiş gibi hazırlık yapılmasını emrettiler. Birkaç gün cephede kaldıktan sonra tekrar döndük. Maksat, saldırı söylentilerini bertaraf etmek ve etrafa, ancak bir teftiş seyahati icra edildiği hissini vermekti.
Nihayet bir gece (23 Ağustos) Gazi Paşa, Ankara'yı sessizce terk etti. İkametgâhımız Çankaya olduğu için şehre uğramaksızın Konya yolu takip edilebilirdi. Harekâtımızdan önce Paşa?nın ikametgâhında kalanlara gizli emir verildi; Hareketimiz açıklanmayacaktı.
Ve bir iki gün içinde köşke gelenler olursa, Gazi Paşa?nın rahatsızlığı ileri sürülerek kimse ile görüşmesi mümkün olmadığı anlatılacaktı. Bu suretle birkaç gün kazanmak istiyorduk.
Ertesi gün, öğle üzeri otomobillerle Konya'ya ulaşmış olduk. Paşa?nın Ankara'dan hareket ettiğinden haberdar olmadıkları için, ansızın gelişimiz Konyalıları hayrete düşürdü. İki gün Konya'da kaldıktan sonra, Garp Cephesi karargâhının bulunduğu Akşehir'e gittik.
Akşehir'de kumandanların toplantısı
Akşehir'de bir kumandanlar toplantısı yapıldı. Saldırının tatbik şekli bu önemli toplantıda kararlaştırıldıktan sonra lâzım gelen tertibat alınarak garp cephesi karargâhı Akşehir'den (Suhut) nahiye merkezine nakledildi. Burada karargâh düşman uçaklarının keşfine açık bir durumda olduğu için Kocatepe ile Suhut arasındaki vadiye çadırlar kuruldu. Fevzi ve İsmet paşaların karargâhları da sık ağaçlarla kaplı ve her iki tarafı yalçın tepelerle çevrilmiş vadinin içinde idi.
Bu sırada Anadolu Ajansı (Çankaya) da büyükelçiler ve devlet adamları şerefine tertip edilen bir çay ziyafetinden bahşeylemekte idi. Bu haber Gazi Paşa'nın Ankara'da bulunduğu hissini vermek için uydurulmuştu. Nitekim İstanbul gazetelerine de telgraflarla verildi. Ve kimse zerre kadar şüphe etmedi.
26 Ağustos sabahı
'26 Agustos gece sabaha karşı
Topların çelik ağzı çaldı bir hücûm marşı
Bu ölüm musikisi içinde yandı dağlar
Alt üst oldu siperler, eridi çelik ağlar
Rüzgârlardan yeleli, yıldırımdan kanatlı
Alevlerin içinden geçti binlerce atlı
Rüzgârlarla atbaşı yarış etti bu akın
Şimdi yakınlar uzak, şimdi uzaklar yakın.'
'Savaş sırasında yazılan destandan'
'Y.Z. Ortaç'
26 Ağustos günü saldırının başlayacağı zaman sabahleyin erkenden çadırları terk ettik. Henüz hava karanlıktı, yolu görebilmek üzere önümüzden bir iki fenerli asker çıkardık. Vadi ile tepe arasında muntazam yol olmadığı için hayvanlara binmiştik. Kocatepe'ye ulaştığımız zaman şafak yeni sökmeye başlamıştı. Birinci ordu kumandanını orada bulduk. Saat dörde gelmişti, herkes büyük bir heyecanla dürbününe sarılarak düşman mevzilerini gözetlemeye başlıyordu.
Karar verilen saat belirmişti. Bir anda cehennemi bir tarraka gökyüzünü titretti, çeşitli çaptaki toplarımız gürledi. Taarruz başlamıştı. Yarım saat süren topçu ateşinden sonra mitralyöz ve piyade tüfekleri işlemeye başladı.
Bundan kıtaatimizin düşman mevzilerine yaklaştığını anladık. Pek az zaman sonra Kalecik sivrisi kahraman askerlerimiz tarafından işgal edildi, bunun gibi birtakım düşman mevzilerinin de işgal olunduğu bildirildi. Hepimiz birbirimizi tebrik ediyor ve devamlı muvaffakiyet için temenniyatta bulunuyorduk.
Güneş biraz yükseldi, Kocatepe'de bulunanlar düşman tarafından görülebildi. Tam bu sırada düşmanın büyük çaplı toplarından birinin mermisi bizim bulunduğumuz tepenin altında patladı. Bu mermiyi ikincisi, üçüncüsü, dördüncüsü takip etti. Anladık ki düşman, oradan geçmekte olan hasta nakliyatına mahsus arabalarımızı hedef seçerek ateş açmaktadır. Düşmanın yaralılarımıza karşı bu alçakça tecavüzleri devam etmekte iken, kahraman efradımız da Tınaz ve Belen tepelerindeki Yunan mevzilerine şiddetli hücumlarda bulunmakta idi.
Yine bu sırada 57. fırka kumandanının karşısındaki tepeyi dediği saatte alamamasından doğan üzüntüyle intihar ettiği telefonla bildiriliyordu. Akşama kadar devam eden taarruz muvaffakiyetimizle neticelenmiş, düşmanın birçok mühim noktaları elimize geçmişti. Akşam karanlığı etrafı sarınca, ufukta patlayan mermilerin çıkardığı alevler seçilmeye başladı. Geceleyin de saldırıya devam edilmesi kararlastırılmış olduğundan savaş sabaha kadar kesintisiz sürdü.'
Ä°lk Yunan esirleri
İlk Yunan esirleri ertesi sabah - saldırının ikinci günü -karargâhımıza getirildi. İlk esir kafilesi 20-30 kişiden ibaretti. İçerinden biri Bulgar olduğunu, Türkçe bildiğini söyledi, halbuki arkadaşlardan biri kendisini Edirne'den tanıyormuş. Rum bir berbermiş. Pek güzel Türkçe konuşuyordu.
Kendisini teşhis eden arkadaşımıza cevaben bir müddet Bulgarlığını iddia etti, fakat sonra hakikati söyledi ve Edirneli Rum berber olduğunu itiraf etti.
Rum berber, mütemadiyen saldırının şiddet ve dehşetinden bahsediyordu. Sağ olarak siperlerde kimsenin kalmadığına kanıydı ve yeminlerle, kasemlerle Yunanistan?ın elinde neler varsa hepsinin bizim elimize geçeceğini yana yakına iddia ediyordu. Halinden, askerlerimizin arslan gibi savletinden adam akıllı korkmuş olduğu anlaşılıyordu. Onun ifadesine göre Afyon'un çoktan bizim elimize geçmesi lâzımdı.
Gazi'ye getirilen kurtuluÅŸ haberi
Gerçi biz bu Rumla konuşurken Başkumandan Gazi Paşa'nın huzuruna bir kurmay subayı geldi ve Afyon'un kurtuluşuna dair telefonla aldığı malûmatı müjdeledi. Yunan esiri de bunu duymuştu, yalan söylemediğini teyit eder gördüğü bu olaya, âdeta bizden fazla seviniyordu.
Gazi Paşa, o akşam; ertesi günü Afyon'a gitmek için lâzım gelen tertibatın yapılmasını ve hareketimizden sonra karargâhın da oraya naklolunmasını emir buyurdular.
Ertesi sabah kumandanlarla maiyetlerini taşıyan otomobiller Afyon'a doğru hareket etmişlerdi. Yolda rastladığımız köylülerden bir ihtiyarı İsmet Paşa tanıdı, otomobilini durdurarak evvelâ hatırını, sonra takip ettiğimiz yolun doğru olup olmadığını sordu, ihtiyar aynen şu cevabı verdi:
- Yol doğrudur, fakat bu şosenin ileride toprağı tesviye edilmemiştir.
İhtiyar: 'Belki bozulur, yürümez' diyerek otomobillerimizi tuttuğumuz istikametten çevirtti ve diğer yolu tarif etti.
Biz şoseden ayrıldıktan sonra ancak bir müddet gidebildik, yolu saşırmıştık, dere tepe arasında yine yol aramaya başladık. Bu yüzden hayli vakit kaybettik. Bizden sonra yola çıkan arkadaşlar Afyon'a vâsıl olmuşlardı bile. Biz hâlâ ovanın içinde yol arıyorduk.
Ovada yürüye yürüye nihayet düşman siperlerine, tel örgülerine tesadüf ettik. Bütün saha kazılmış ve derin hendekler açılmış olduğu için otomobilin geçmesi müşküldü. Telleri kopardık, kestik. Hendeklerden otomobili geçirtmek için de şu çareyi bulduk: Düşman siperlerinde elimize geçen bir kapıyı çukurların üzerine koyarak otomobili geçirdik.
Afyon Karahisarı'nda
- Afyon'a girdiğimiz sırada, şehrin muhtelif kısımlarında yükselen alevler, gittikçe genişleyerek mahalleleri bir kül yığını halinde bırakıyordu. Düşman kaçarken son ve müşiş senaatini yapmaktan geri kalmamış ve şehri ateşlemişti. Afyon'da kumandanlara karşı halkın gösterdiği tezahüratı bugün dahi aynı heyecanla yaşamaktayım. Afyon'da belediye dairesinde kaldık.
Başkumandanlık Meydan Şavaşı?nın olduğu günün gecesi idi. Yatıyordum. Bir ayak sesi ve gürültü işittim. Uyandığım zaman yeni gelen bir rapora sahip oldum. Düşman pek fena bir vaziyete girmişti.
Bunun üzerine Gazi Paşa hazretleri, sabahleyin Dumlupınar'a hareket etmek kararını verdiler. Gazi Paşa birinci ordunun, Fevzi Paşa da ikinci ordunun harekâtını takip etmek üzere erkenden Afyon'a hareket ettiler. İsmet Paşa Afyon'da kalmıştı. Dumlupınar civarında bir köyde birinci ordu kumandanını çadırında bulduk. Gazi Paşa, Kolordu Kumandanı Kemaleddin Sami Paşa ile telefonla görüşüyorlardı.

Muhiddin
NALBANTOĞLU Yeniçag

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.